BENİM YAVRUM YARIM MI GİRSİN, TOPRAĞA ?
Birçok üniforma giyen meslek grubu gibi, biz hemşirelerin de aslında iki hayatı vardır. Sivil hayatımızda fedakar bir anne, iyi bir eş ve hayırlı bir evlat, akrabalarımıza dostlarımıza karşı merhametli bir insan olmaya çalışıyoruz. Ama hemşire üniformasını giydiğimizde; duyguları tamamen bir kenara bırakan, insan sağlığı için, soğuk kanlı kişiler oluveriyoruz.
Çok zorda kalmadıkça iş saatleri içinde çocuklarımla konuşmamaya çalışıyorum, çünkü; onlarla ilgili duyacağım küçücük bir aksilik, benim tüm konsantrasyonumu bozabilir, bana güven duyan insanları hayal kırıklığına uğratabileceğimi biliyorum. Kızdığım zaman, içimden ona kadar sayıyorum, artık. Zaman bana bu zor mesleği yaparken, kesinlikle sabırlı olmamın gerekliliğini öğretti. Ama bazen duygularına yenik düşüyorum her insan gibi. En çok da; çocuklar gülsün, acı çekmesinler istiyorum, hiçbir çocuk ağlamasın artık.
Geçenlerde 12 yaşındaki bir erkek çocuğunun, diyaliz kataterinin dikişlerinin kopması sebebiyle, yeniden dikişler atılırken çektiği ızdırabı görmek, her anne gibi benimde kafamda bir çok soru işaretine sebep oldu. Kendime dedim ki; « bu çocuk ya benim çocuğum olsaydı» bu acıyı çekmesindense, herhalde çocuğuma canımı vermek isterdim. Bir an önce böbrek nakli olsun, yavrumun çekeceği acı ve ızdıraplar son bulsun isterdim.
Bu çocuğa nasıl böbrek bulunacaktı ki? Ailesinden böbrek verecek uygun kişi yok. Kadavradan bir böbrek çıkmasından başka seçenek yok. Sonra düşündüm ve dedim ki; « ya ölen benim çocuğum olsaydı, o zaman da böyle mantıklı düşünebilir miydim?» İşte hayatı son bulmuş da olsa, organ bağışının ülkemizde çok az olmasının sebebi bu olsa gerekti.
Yıllarca önceydi; hemşirelik stajı için gittiğim hastaneye, şofbenden zehirlenen simsiyah saçlı, gencecik bir kız gelmişti. Annesi yoğun bakım ünitesinin kapısında onun güzel haberlerini umutla beklerken, bir sabah doktor yanına geldi. Ona artık kızının beyin ölümünün gerçekleştiğini, isterlerse kızının organlarını bağışlayabileceklerini söyledi. Doktorun bu sözlerine annenin verdiği cevap, insanın içini parçalayacak kadar acıydı. Annenin «benim yavrum yarım mı girsin toprağa» diye ettiği feryatlar hastane koridorlarını inletti. O zamanlar ben mesleğin başlarındaydım ve hayatın gerçeklerinin çok farkında değildim.
Şimdi düşünüyorum, o zaman o annenin yanına gidip «İstemez miydin, sana kızın gibi bakan iki göz olsun, Sen baktıkça onu görsen. Ya da şu an acılar içinde bir çocuk kalp bulunmasını bir umutla beklemekte, kızının kalbi onda atsa, iyileşip ziyaretine gelse, sana minnetini sevgisini gösterse. Hayatın kızına vermediği şansı, sen bir başkasına versen» diyebilmeyi çok isterdim. Toprakta çürüyeceğini, yok olacağını bildiğimiz hiç bir şey geriye dönmeyecek, bir daha. Belki bu bir fırsatta olabilir mi? Her insanın öldükten sonra organları bağışlanabilir mi? Ölümün her yüzü acıdır ama; sadece beyin ölümü gerçekleşen insanların organları yakınları izin verirse bağışlanabilir.
O zaman dünyada her olanın bir nedeni ve sebebi varken; hiçbir şeyin tesadüf olmadığına inanan bir dinin mensupları olarak bunun da bir tesadüf olmadığını anlayabilmelidirler. Bilimsel olarak biliniyor mu, bir insanın beyin ölümü gerçekleştikten sonra kalp hala neden organları yaşatmak için çalışıyor? İşte beyinlerimiz bize, cevabı bilinmeyen sorularda kendi doğrularımızı bulmak için verildi. Her insan bu dünyadan giderken arkasında güzel bir şeyler bırakmak ister. Belki zengin değilsiniz, bir okul veya cami yaptıramayabilirsiniz; ama isterseniz insanlara bir umut olabilirsiniz. Unutmamalıyız ki; hiçbir şeyin garantisinin olmadığı bir dünyada, yarınımızı bilmeden yaşıyoruz; bir gün organ bekleme listesinde, kendimizin belki de sevdiklerimizin adı yazıyor olabilir.
Yayın Tarihi: 08/11/2016