top of page

Dr. Yakup SüleymanoÄŸlu

yakup123@gmail.com

 

Diyaliz Hekimi

DÄ°HED Yönetim Kurulu Üyesi

S.B.ܠHaydarpaşa Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi

MEMLEKET KESESÄ°

​

1987 yılının sonbaharıydı. Selim’in etrafındaki daÄŸlar ve  DöÅŸkaya Tepesi’nin otları sararmış, kurumuÅŸ, bom boz olmuÅŸtu. Selim’in içindeki aÄŸaçlar da, sarı yapraklarını dökmüÅŸtü… Ortalık, bir yaprak cümbüÅŸüne dönmüÅŸtü… Selim’de soÄŸuk sonbahar rüzgarları esiyor; sarı yaprakları havaya savuruyordu.  Sıcak yaz günleri bitmiÅŸti. Artık yedi-sekiz ay sürecek kış mevsimi yaklaşıyordu. Sonbahar, insanlara ayrı bir hüzün, ayrı bir kaygı veriyordu.
                 
Selim’in batısından doÄŸusuna doÄŸru dümdüz bir yol gider. Bu yol; Selim’in 2-3 kilometre kuzeyinden geçen Erzurum-Kars karayoluna paralel bir yoldur. Selim’in içinden geçen bu ana caddenin, her iki yanından dere akar. Biz buna “harıx” yani ark derdik.  Selim’deki evler, bu ana caddenin etrafında yan yana ve düzenli olarak sıralanmıştır.  Bu evlerin hepsinin bahçesi, aÄŸaçları, çiçekleri, küçük bir bostanı vardı. Ve ilçeyi  boydan boya geçen arkın suyu, bu bahçeleri sulardı.  Kars’taki diÄŸer Malakan köyleri de böyleydi. Eskiden, caddenin iki yanındaki aÄŸaçlar, yolun üzerinde kavuÅŸurmuÅŸ… Ve ilçe mis gibi kokarmış. Ama son zamanlarda, aÄŸaçlar da çiçekler de azalmış.


Erzurum-Kars karayolundan ayrılıp, Selim’in içine doÄŸru gelip kıvrılan yol; Selim Otogarı’nın içinde dururdu. Burası küçük bir otogar olduÄŸu için biz buraya “garaj” derdik.  Garajdaki birinci dükkan  kahvehane idi. DiÄŸer üç dükkan ise, otobüs firmalarının bürolarıydı. Kars’tan gelip, Ankara’ya, Ä°stanbul’a, Ä°zmir’e giden otobüsler; bu bürolardan yolcu alırlardı. Ä°lçemizin içinden, her gün büyük ÅŸehirlere otobüsler gitmesi; bize bir “özgürlük” hissi verirdi. Fakat sadece Antalya’ya, yani benim üniversite okuyacağım ÅŸehre otobüs kalkmazdı…  

 

Bazen garajda, ÅŸu anonsu duyardık:” Batıdannnn doÄŸuyaaa, doÄŸudannn  batıyaaa Kars Ekspresss….”
                     

Garajın hemen yanında, etrafı bir çeperle çevirili, iki katlı Selim Lisesi binası ve onun  da yanında, tek katlı ortaokul binası vardı… Lisenin arkasında da, yine çeper ile ayırılmış, Atatürk Ä°lkokulu vardı. On bir yılım bu okullarda geçmiÅŸti…


Lisenin hemen karşısında, arkadaşım Erol Çankaya’nın çalıştırdığı Mavi KöÅŸe Çay Evi vardı. Bazen, çay evinin önünden geçerken, iÅŸleriyle meÅŸgul, yoÄŸun arkadaşım Erol’un camını tıklatır; bana bakınca, elimle selam verip geçerdim. Erol da gülümseyerek karşılık verirdi.


Erol’un dükkanı ile, “Barakalar” dediÄŸimiz Selim’in çarşısı baÅŸlardı. Erol’dan üç dükkan sonra da amcamın dükkanı vardı: Bin bir ÇeÅŸit Gıda Pazarı. Yani o zamanın süper marketi…


Garajın karşısında da “Top Sahası” dediÄŸimiz alan vardı. Eskiden, bu sahanın etrafında, Malakanlar tarafından ekilmiÅŸ büyük söÄŸüt aÄŸaçları vardı. Maçları, bu aÄŸaçların gölgesinde seyrederdik. Sonra bu aÄŸaçlar kurudu, kesildi.


Köyler arası futbol müsabakaları bu sahada yapılırdı. Büyük bir heyecanla ve zevkle bu maçları seyrederdik. Bazen bu maçlar, dünya kupası maçları ile çakışırdı.


“Brezilya-Almanya maçını mı seyredeceksin? Bezirgen-Karahamza maçını mı?”
 “Tabi ki Bezirgen-Karahamza maçını… Çünkü bu maçın tekrarı yok… Ama Brezilya-Almanya maçının özetini gece  seyrederim”


12 Eylül zamanında, Kenan Evren ilçemize geleceÄŸi zaman; top sahasına, asfalt dökerek; helikopter iniÅŸ pisti yaptılar.  Sadece bir kere kullanım için. Sonra bir daha kullanılmadı… Ama sahada çakıl taÅŸları hep kaldı. Ondan sonra sahada top oynamanın tadı tuzu kalmadı. Keskin dönüÅŸlerde ayağı kayıp  düÅŸmeler; topun kontrolünü kaybetmeler oluyordu.
                     

“Darbelerin Türkiye’ye çok zararı oldu” ifadesini her duyduÄŸumda; aklıma bu “Top Sahası” iÅŸi gelirdi…


Bu top sahası, maç olmayan zamanlarda; köylerden yazları at arabalarıyla; kışları kızaklarla  gelen  köylülerin park yeriydi. Köylüler, at arabalarını buraya bırakır; atları çözer; atların saman ve arpa ile karışık yemleriyle  dolu  torbalarını atların kafasına takıp; iÅŸlerini halleder; sonra da buradan atlarını ve arabalarını alıp giderlerdi.  Kışları; atlar burada beklerken; atların üstlerine; keçi postundan yapılmış örtüleri örterek, atları soÄŸuktan korurlardı. Köylüler, yolculuk esnasında; kendi üstlerine örttükleri keçi postundan yapılmış örtüleri; atlarıyla müÅŸterek kullanırlardı… Köylüler için hayvanlar çok deÄŸerliydi. Hayvanlar hem maddi varlıktı; hem de arkadaÅŸ…


Top Sahası’nın yanında, iki-üç tane tarla vardı. Bu tarlalardan biri  de bizimdi.  Babam, kardeÅŸim ve ben, bu tarlaya o yıl  lahana  ekmiÅŸtik. Ayrıca, tarlaya boydan boya kavak aÄŸaçları ekmiÅŸtik. “Bak oÄŸlum unutma; üniversiteye baÅŸladığın yıl bu aÄŸaçları ektik…”


Ben üniversiteyi bitirdiÄŸimde; burası bir koruluk gibi olacaktı…


Tarlaya ektiÄŸimiz  lahanaları; henüz küçükken, babamla ben geceleri hortumla suluyorduk.  Sonra lahanalar büyüyünce; hortum yetmez oldu. Babamla beraber, Bezirgan Geçit Köyü’ndeki, dede-baba dostlarımızdan ödünç su motoru  aldık.


Su motorunu,  DöÅŸkaya Tepesi taraftan, kıvrıla kıvrıla  gelip; Erzurum-Kars karayolu üzerindeki köprünün  altından geçen Selim Çayı’na indiriyorduk. Su motorunun borularını;  Selim’in içine giren ana yolun ortasına kadar getirip; yolun ortasına bırakıyorduk. Boruları yolun altından geçirebileceÄŸimiz bir geçit yoktu.  Buradan akan su; yolun öteki tarafındaki çukurda birikiyordu.  Sonra boruları söküp; ana yolun ötesine; tarla tarafa aktarıyorduk. DüzeneÄŸi tekrar kurup, çukurda biriken suyu tarlaya, lahanalara, aÄŸaç fidanlarına veriyorduk. Çok zahmetli  oluyordu.

​

Bu lahanalara ve fidanlara çok emek vermiÅŸtik. Bu lahanaları ve fidanları  çok seviyordum… Sevgi, emekti…


“EmeÄŸin kutsallığı” nı o yıllarda anlamaya baÅŸlamıştım…


1987 yılının  o sonbahar gününde; Antalya’ya tıp fakültesine baÅŸlamak üzere Selim’den ayrılacaktım.  O zamana  kadarki hayatım;  Selim Lisesi, Ortaokulu, Atatürk Ä°lkokulu, top sahası, barakalar ve bizim tarlada; yani 6-7 dönümlük bir  alanda geçmiÅŸti. Her dükkan, her  aÄŸaç, her çocuk tanıdıktı. Mutlak bir güven ortamı vardı.


O gün beni uÄŸurlamaya ; annem, babam, kardeÅŸlerim ve yengelerimden baÅŸka; annemin arkadaşı, komÅŸumuz bazı kadınlar da garaja gelmiÅŸlerdi.  Normalde kadınlar, garaja pek gelmezlerdi. Ama benim için gelmiÅŸlerdi.


Bir insanın hatırını, gönlünü bir kere kırarsanız; sevgisini kaybedebilirsiniz. Bu kadınlar, hatırını hiç kırmadığım kadınlardı. Hatta belki; hatırı için, canımı diÅŸime takarak, mundar olacak olan tavuÄŸunu, kazını kestiÄŸim komÅŸularımızdı. Åžimdi bu kadınlar, “yamÅŸax almış “ olarak, elleri koyunlarında, baÅŸları önde, sessizce, annemin yanında, otobüsümün gelmesini bekliyorlardı. Bu kadınlar, adı anılmayan; ÅŸairin


“Soframızdaki yeri
Öküzümüzden sonra gelen kadınlar…
Bizim kadınlarımız…”   dediÄŸi kadınlardı…


Bu kadınlar, saygı duydukları veya hicap ettikleri büyük erkeklerin yanında; “yamÅŸax”  (yaÅŸmak) alırlardı. Yani, baÅŸörtülerinin ucunu, iki dudağı arasına alarak, saygılı bir ÅŸekilde durup; konuÅŸmazlardı.


Hatta bu kültürde; kadınların adını gereksiz yere anmak hoÅŸ karşılanmadığından; kadınlar, doktorda muayene olup; reçete yazdırırken bile, isimlerini çekinerek, utanarak söylerdi…Hatta kocalar, karılarına “ev sahibi”, “bizimki” gibi takma isimlerle hitap ederdi…

​

Antalya’ya direk otobüs olmadığından, önce  Ankara’ya gidecektim.  Otobüsün bagajına valizimi yerleÅŸtirdim. Herkesle vedalaÅŸtım. Kahvehanede oturanlar da gelip, vedalaÅŸma törenine katıldı.


Kadınlar  vedalaşırken;  iki eliyle  yüzümü tutup; sol yanağımdan bir, saÄŸ yanağımdan iki kere öpüyordu. Ben de onların, sol elinin içini öpüyordum.  Bizde vedalaÅŸma ve görüÅŸme böyle olurdu. Bu, belki de kökü yüzlerce yıl öncesine, belki de Orta Asya ‘ya dayanan bir gelenekti…  

​

Ben de ileride; çocuklarımla görüÅŸürken, saÄŸ yanağından bir, sol yanağından iki kere öperek vedalaÅŸacaktım.


Garajda beni uÄŸurlamaya gelen heyettekiler, her sözlerine, her davranışlarına çok dikkat ediyor; benim maneviyatımı kırabilecek en ufak bir sözden, mimikten kaçınıyorlardı.  Ben de her zamanki gibi, esprili olmaya çalışıyordum. Ama olamıyordum. En az altı yıl memleketimden, sevdiklerimden ayrı kalacağım bir süreç baÅŸlıyordu. Bu gidiÅŸin dönüÅŸü, dört ay kadar sonra olacaktı…


Otobüsüm geldikten sonra, valizimi bagaja yerleÅŸtirip; garajdaki hemen hemen herkesle görüÅŸtüm.  Kahvehanede de oturanların bazıları da vedalaÅŸmaya geldi. Kadınlar dua ediyordu…


“Güle güle git, güle güle gel…”
“Ayağına taÅŸ deÄŸmesin”
“Yolun açık olsun”


Beni uğurlamaya gelen arkadaşlardan biri de bana bir kağıt para hediye verdi:
“Benden taraf bir yemek yersin. Bu para sana uÄŸur getirsin”
O parayı harcayamamış, yıllarca cüzdanımda saklamıştım. Sonra bilmem nic’oldu?
”Batıdannnn doÄŸuyaaa,  doÄŸudannn  batıyaaa Kars Ekspresss….”


VedalaÅŸmayı bitirip, otobüsün merdivenine çıkarak; herkese el sallarken gülümsemeye çalıştım. Ama pek olmadı. Keyifli deÄŸildim.  KoltuÄŸuma oturdum. Beni uÄŸurlamaya gelenler de, oturduÄŸum tarafa doÄŸru geçti.  Ayakta durarak sürekli el salladım. Onlar da bana…


Otobüs, Selim Garajı’ndan yavaÅŸ yavaÅŸ çıkıyordu. Sevdiklerim, okullarım, top sahası, barakalar yavaÅŸ yavaÅŸ geride kalmaya baÅŸlamıştı. Top sahasında, arabadan açılmış, arabanın yanında bekleyen atlar, köylüler vardı.


Otobüs biraz daha devam edince; bizim tarlanın hizasına geldi. Babamla beraber  taşıdığımız borular yerlerdeydi. Yolun yanındaki çukur su doluydu. Bugün  ben olmadığım için sulama yapılamayacaktı. O kadar emek verdiÄŸimiz lahanalar, fidanlar öylece kalmıştı. Bensiz babam bu iÅŸleri nasıl yapacaktı? KardeÅŸim küçüktü. Benim yaptığım iÅŸi yapamazdı…


Üstelik yanımda veya otobüste Selimli kimse yoktu. Selimli biri ile yolculuk edilirse; yine Selim’in havası devam ediyordu. Ta ki Selimli kiÅŸiden ayrılıncaya kadar.


Bebeklerin anne karnında yaÅŸadığı, her türlü ihtiyacının karşılandığı bir kese vardır. Buna “Amnion Kesesi” deriz. Bebek, bu kesede, dizlerini karnına çekmiÅŸ olarak yatar. Bir insanın belki de hayatında en mutlu, en rahat olduÄŸu vakit, bu Amnion Kesesi’nin içinde olduÄŸu vakittir. Bebekler, bu keseden çıktıkları anda; yani doÄŸarken aÄŸlarlar. Belki de bir daha bu kadar güvende olamayacakları için… Bazı psikiyatrik bozukluklarda; insanlar, o günlere dönmek istercesine; dizlerini karınlarına çekerek, hiç konuÅŸmadan yatarlar.


Bizim de Selim’de içinde yaÅŸadığımız; 6-7 dönümlük; bizleri psikolojik ve sosyal travmalardan koruyan; psiko-sosyal bir kese vardı:”Memleket Kesesi”


Yanımda hiçbir Selimli olmadan; Erzurum-Kars karayoluna çıktığım andan itibaren; “Memleket Kesesi” nden çıkmış oluyordum…


Otobüs, tarlamızın hizasını geçmeye baÅŸladıktan sonra aÄŸlamaya baÅŸladım. Halbuki, o ana kadar hiç aÄŸlamaklı bir halim yoktu… O tarlaya verdiÄŸimiz emekler ve babamın yalnız kalışı…


O kültürde, bir erkek adamın aÄŸlaması, hiç hoÅŸ karşılanmayacağından; kendimi tutmaya çalışıyordum ama; yine de bir miktar sesim çıkıyordu.


DöÅŸkaya Tepesi, Selim Ovası, Selim Çayı geride kalmaya baÅŸlamıştı. Erzurum taraftan, Selim’e doÄŸru geldiÄŸimizde; Selim Ovası’nı görünce, sevinir, heyecanlanır, ayaÄŸa kalkıp, manzarayı seyrederek giderdim. Åžimdi o manzara, yavaÅŸ yavaÅŸ geride kalmaya baÅŸlıyordu.  Allahuekber DaÄŸları, saÄŸ tarafta bir çeper gibi uzuyordu. Bu topraklarda, daÄŸlarla dertleÅŸme geleneÄŸi vardı. Rahmetli ninemin söylediÄŸi belki de üç yüz yıllık bir “bayatı” dediÄŸimiz mısra aklıma geliyordu:
                   

“Ulu daÄŸlar,
Uludan bulu daÄŸlar,
Yerde yer  iniler,    
GöÄŸde bulud aÄŸlar…”

​

Türk Milleti’nin, belki de insanlık tarihinin, en kötü anılarından birine ÅŸahitlik eden bu daÄŸlar… Doksan bin ÅŸehidi baÄŸrına basıp, “of” demeyen bu daÄŸlar…  Bir delikanlının, “memleketten ayrılma hüznü”ne mi tepki verecekti? ” Memleketten ayrılma hüznü” de bir ÅŸey miydi?


Biraz sonra,  en ön sırada oturan 50-55 yaÅŸlarında bir adam; iki elini de yana açarak bana doÄŸru geldi. YapabileceÄŸi ne varsa, yapmaya hazır gibiydi. Belki de ben yaÅŸlarda ya bir oÄŸlu, ya bir yeÄŸeni vardı. Ä°nsanlar kendi evlatları veya yeÄŸenleri  yaÅŸlarındaki gençlerin üzüntülerine karşı; daha bir duyarlı olurdu.


-Niye ağlıyorsun oğlum?
-Yok bir ÅŸey…
-Annen-baban sağ mı?
-SaÄŸ…
-Asker misin?
-Yok. ÖÄŸrenciyim…
-Okuyup ne çıkacaksın?
-Doktor… Doktor çıkacağım…

- Gerçekten mi? Ya ne mutlu sana… KeÅŸke ben doktor olmaya gitsem… Geçer… Bu günler de geçer… Alışırsın… Hepsini unutursun…


Adam gülümsüyordu. Benim yanımda oturan adam da gülümsüyordu. O da, beni üzebilecek her davranıştan kaçınmaya çalışıyor; dikkatli ve özenli davranıyordu. Birazdan ben de sustum… Ayıp oluyordu… Ayaktaki adam; ben susuncaya kadar yanımda bekledi…


Amnion  Kesesi’nden çıkan bir bebeÄŸin aÄŸlaması gibi; Memleket  Kesesi’nden çıkan bir gencin aÄŸlaması da doÄŸaldı…

 

Yol boyunca yanımdaki adamla da sohbet ettik.  O da Kars’ın doÄŸusundaki, ÅžöreÄŸel dediÄŸimiz bölgedenmiÅŸ. Kırmızı yanaklı, fırça gibi bıyıkları olan, siyah sımsıkı saçları olan tipik bir Karslı’ydı… Böyle sıkı saçlar; belki de Karslı’larda soÄŸuk iklime karşı oluÅŸan bir adaptasyondu…


Sabah Ankara’ya indik. Yanımdaki ÅžöreÄŸel’li amca ile, Antalya otobüslerinin kalktığı yeri bulduk. Sonra vedalaÅŸtık. Gözlerimden öptü, kucaklaÅŸtık…


Antalya otobüsüne yerleÅŸirken ÅŸoföre sordum:
“Antalya kaç saat sürer acaba?”
“Ya sormayın böyle ÅŸeyler! UÄŸursuzluk getirir!”
                   

Åžoför bana kızmıştı. Hiçbir ÅŸey söylemeden yerime oturdum.  Bir daha da hiç konuÅŸmadım. Arkamda oturan kadın yavaÅŸça söylendi:


“Bunda kızacak bir ÅŸey yok ki… BoÅŸu boÅŸuna çocuÄŸun moralini bozdu…”


Hiç bir ÅŸey söylemedim. Pencereden dışarı bakıyordum.


Böyle bir olay Selim’de olsaydı… Böyle bir olay Selim’de olamazdı. Çünkü, Selim’deki kiÅŸilerin inanışlarını bilirdim… O inanışlara göre, kötü sayılabilecek bir ÅŸeyi sormazdım.  Ben sorsam bile, karşımdaki böyle ters cevap vermezdi… Verse bile; bir büyük onu mutlaka uyarırdı:  “ÇocuÄŸun moralini bozmasana…”


Bu bana ilk uyarıydı:
“Dikkat et… Burası Selim deÄŸil… Kimse senin nazınla oynamaz…”
                   

Bundan sonra, yavaÅŸ yavaÅŸ,  Memleket  Kesesi’nin  dışındaki hayatıma uyum saÄŸlamaya baÅŸlayacaktım. Ama ileride; psikolojik ve sosyal travmalara maruz kaldığımda; Selim’e geri dönüp;  Memleket  Kesesi’nde rahatlayacaktım…
                   

Ana gibi yar; vatan gibi diyar olmazdı…

Yayın Tarihi: 29/12/2017

bottom of page